“Beyler, size şunu söylemek isterim ki; öğrendiğiniz şeylerin yarısı yanlış ve o yarının hangisi olduğunu bilmiyoruz.”
William Osler, Oxford tıp mezunlarına hitaben
1 Ağustos 1492 sabahı, İspanya’nın Güneybatısındaki Palos limanından üç küçük gemi Kristof Kolomb isimli bir denizcinin yönetiminde Atlas Okyanusu’na açılmıştı.
Sonu Amerika kıtasına varışla biten bu hikâyeyi bilmeyen yoktur. En şüpheci tarihçiler bile bunu kabul etmektedir.
Amerika’nın bulunuşunun 500. yıldönümü münasebetiyle 1992 yılı Kolomb yılı olarak ilan edilmiş, uğruna bir de muhteşem efektlerle “1492 Conquest of Paradise” (Cennetin keşfi) filmi çekilmişti.
Peki, Kristof Kolomb gerçekten Amerika’yı keşfeden büyük bir denizci miydi, yoksa?..
Bu sorulara nice zamandır farklı cevaplar veriliyordu. Mesela Kolomb, “Başkasının keşfine sahip çıkan bir dalaverici” idi, hatta Amerika’da karşılaştığı yerli nüfusu kıran bir zalimdi. Sadece kendi değil, peşinden sürüklediği katillerle koyun sürüsüne dalan aç kurt gibi tahribat yapmıştı.
İlan edilen Kolomb yılıyla birlikte sadece film çekilmemiş, çok sayıda kitap ve belgesel yayınlanmıştı.
Arkeologların, antropologların yanısıra arşiv uzmanlarının araştırmaları, yeni ve özgün bilgilerin elde edilmesini sağladı. Elde edilen veriler bir araya getirildiğinde Kolomb’un hiç de anlatıldığı gibi imkansızı başaran biri olmadığını gösteriyordu.
Bu yüzden çok tenkide uğradı. En acımasız eleştiriler bir zamanlar ona sponsorluk yapan İspanyolların torunlarından geliyordu.
Bir kere Amerika’yı keşfeden ilk kişi olamazdı. Zira Kolomb oraya vardığında milyonlarca insan zaten orada yaşıyordu. Üstelik Kolomb hiç bir zaman “yeni bir kıta buldum” dememişti. Asya’nın doğu kıyılarına, Japonya’ya ulaştığını sanıyordu. Biraz gidince Küba’yı Çin sanmıştı. Buna kendisinden sonrakiler de o kadar inanmışlardı ki Amerika ana karasındaki yerlilere Indian (Hindistanlı) adını vermişlerdi.
- yıldönümü etkinlikleri başka iddiaları da ortaya çıkarmıştı.
Gavin Menzies adlı İngiliz emekli deniz teğmeni 1992’de başlayıp 2012 yılında bitirdiği “1421: The Year China Discovered the World” adlı çalışmasında farklı bir iddia ortaya atar. Çinli Amiral Zheng He komutasındaki donanmanın, Amerika kıtasını Kristof Kolomb’dan önce keşfettiğini iddia eder.
Çinli amiral alelade biri değildir, müslümandır. Hacı Mahmut Şemseddin olarak anılır. Amerika kıtasını keşfetmekle kalmaz, denizaşırı 7 seyahat yapar ki, o zamanki dünya yüzeyinde ciddi toplumsal değişikliklere imza atar. 1405’teki ilk seferinde filosunda 317 gemi ve 27 bin 800 adamı vardır. 1433 yılına kadar yaptığı 7 uzun deniz seferinde Güneydoğu Asya, Güney Asya, Ortadoğu ve Afrika Boynuzu’na kadar uzanır. Bu arada 1421 yılında Amerika’ya da çıkar.
Yol boyunca geçtiği yerlerin sosyal dokusunu şenlendirir. Mesela Afrika’ya yaptığı sefer sırasında filosundan denizcilerden Afrika’ya yerleşenler olur. 2010’lu yıllarda bu insanların torunları, yani çekik gözlü siyahi Afrikalılar Çin’i ziyaret ederek kuzenleriyle tanışmışlardı.
Ayrıca Malezya’da bulunan Malakka Boğazı’ndaki Bukit Cina’ya yerleşen denizci Çinlilerden çoğalanlar da Peranakan adıyla anılıyorlar.
Zheng He, Endonezya’ya da uğruyor. Müslüman Çinlileri buraya götürüp, bugün 85 milyon nüfusla en kalabalık etnik grubu olan ve çoğunluğu Müslüman olan Cava halkıyla karıştırıyor.
Amiral Zheng’in, Amerika’ya gemi halkından birilerini bıraktığı yazılmamış. Olsaydı kıtanın bir taraflarında çekik gözlü Chino-Americano topluluğuna rastlanırdı.
Çin Halk Cumhuriyeti bu olayları o kadar sahiplenmiştir ki ilan ettikleri 11 Temmuz Denizcilik Günü, Zheng’in yaptığı ilk seferin tarihidir.
İngiliz teğmenin bu açıklaması Çinliler kadar müslümanları da heyecanlandırmıştı ama hem Kolomb ve hem de Zheng’den 400-500 sene önce Amerika’ya ayak basan başka birileri vardı.
Vikingler MS. 900-1000 yıllarında Grönland üzerinden kıtanın en kuzeyindeki Newfoundland’a ulaşmışlardı. Onlardan çok daha önceleri Bering boğazı ve Alaska üzerinden Asya’dan Amerika’ya geçenler Kuzey Amerika yerlilerini oluşturmuşlardı.
Buna göre Kolomb bırakın ilk kaşif olmayı, “Yeni Dünya” yı ziyaret eden ilk Avrupalı bile olmuyordu. Son nefesini verirken bile Asya’ya giden kestirme bir yol bulduğunu sanıyordu.
Kolomb kimdir?..
Adını İtalyanların Cristoforo Colombo, İspanyolların Cristóbal Colón diye telffuz ettiği ünlü denizci, 1451 yılında Cenova’da doğmuştu.
Yün tüccarı olan Domenico Colombo’nun en büyük oğluydu. Küçükken Hristiyan bir ailenin yanına verilen bir Yahudi çocuğu olduğu bile iddia edilmişti.
Çok genç yaşında bir ticaret gemisinde iş bularak Akdeniz ve Ege denizlerinde çeşitli ticaret seferlerine katıldı.
Çalıştığı gemi 1476’da Atlantik Okyanusu’na yaptığı ilk seferde Portekiz’in güneybatı kıyılarında Cape Saint Vincent’de Fransız gemilerinin baskınına uğradı. Gemisi yakıldı. Kardeşi Bartholomeo ile birlikte Portekiz sahiline yüzmek zorunda kaldı.
Buradan Başkent Lizbon’a gitti. Harita çizimlerinde çalışmak üzere istihdam edildi. Matematik, astronomi, haritacılık ve navigasyon eğitimi aldı.
1479’da, fakir bir Portekizli ailenin kızı olan Felipa Perestrello ile evlendi.
1482 ile 1485 arasında Afrika’nın batı sahillerine düzenlenen seferlere katıldı. Gana kıyılarındaki São Jorge (şimdiki Elmina) adındaki Portekiz kalesine birkaç sefer yaptı.
Bu arada İspanya, Endülüs Devletini ortadan kaldırmış, Portekiz gibi gözünü dünyanın diğer bölgelerindeki zenginliklere çevirmişti. Ancak ortada çok ciddi bir problem vardı. 15. yüzyıldan itibaren Anadolu, Balkanlar, Filistin ve Kuzey Afrika kıyılarında eskisi gibi sömürge noktaları kurulamıyordu.
“Uzak Doğu”nun efsane haline gelmiş zenginliklerine bir şekilde ulaşmak gerekiyordu ama nasıl?.. Avrupa’dan Asya’nın uç noktalarına ulaşmak kara yoluyla neredeyse imkansızdı. Rota çok uzun ve zahmetliydi. Dahası tamamen Müslümanların kontrolündeydi.
Portekizli gemiciler diğerlerinden bir adım öndeydiler. Yaklaşık 1420’den beridir Afrika kıyılarından altın, köle ve diğer mallar temin edip Avrupa krallarının ağızlarını sulandırıyorlardı.
Uzakdoğu’ya ulaşma sorununu deniz yoluyla aşmaya çalıştılar. Yolculuk yine çok uzundu ancak karayolu gibi tehlikeli değildi. Bir gemi, kaptanının beceriksizliğine kurban gitmezse Batı Afrika kıyıları boyunca en güneye inip Ümit Burnu’nu ulaşabiliyordu. Ancak Hindistan’a gidebilmesi için bir o kadar yolu aşması gerekiyordu. Üstelik Doğu Afrika kıyılarında Müslüman denizcilerle karşılaşma ihtimali çok fazlaydı.
Afrikalılar’ın gemilerini kolayca bertaraf edebilirlerdi. Bedevi Arapların kendilerine hayrı yoktu. İran ise bırakın karşı koymayı, Avrupalıyla iş pişirmeye dünden hazır olduğu için Portekiz gavuruna yardımlarını esirgemezdi. Hindistan ahalisinin açık denizde hiç şansı yoktu. Geriye Osmanlı donanmaları kalıyordu. Asıl mesele buydu. Çağın en ileri teknolojisini kullanan Türkler’in çok tecrübeli amiralleri ve iyi yetişmiş denizcileri vardı.
Bu nedenle Asya’ya yapılacak seferler için paraya, silaha ve adama ihtiyaç vardı. Afrika seferlerindeki kokuyu alan birçok Avrupa ülkesinin lideri bol altınlı, geniş ve kontrol edilebilir topraklar bulmak umuduyla yurtdışında keşiflere sponsor oldular. Bu destek üzerine binlerce denizci sefer hazırlıklarına başladı.
Kolomb’un diğer denizcilerden farkı
Kristof Kolomb’u diğer denizcilerden ayıran özellik bu noktada ortaya çıkıyordu. Herkes Ümit Burnu üzerinden Hindistan’a gitmeye çalışırken o, Avrupa’dan Asya’ya yeni bir su yolu bulmak istiyordu. Teoride yolu bulmuştu. Ancak bunu pratiğe indirgemek için sponsorları ikna etmesi gerekiyordu.
Kolomb, kendi ikliminin en kültürlü zevatındandı. Okuduğu kitaplar sayesinde Dünyanın yuvarlak olduğunu biliyor, sürekli aynı yönde giden birinin başlangıç noktasına ulaşabileceğine inanıyordu.
Genç denizcinin mantığı sağlamdı, ama matematiği hatalıydı. Küre olarak düşündüğü yeryüzünün çevresinin bilinenden çok daha küçük olduğunu savunuyordu. Buna göre, Avrupa’dan Asya’ya tekneyle yolculuk yapmanın mümkün ve aynı ölçüde çok kolay olması gerektiğini zannediyordu. Ona göre Kanarya Adaları ile Japonya arasındaki mesafe yaklaşık 2.300 mildi. Gerçekte ise mesafe (Panama kanalı üzerinden) 12.200 deniz miliydi. Kolomb bu düşünce ile Hind ülkesine kolayca gidecek, bu arada Japonya ve Cathay (Kitay=Çin)’dan da ganimet toplanabilecekti.
Dünya yuvarlak mıdır?..
Dünya’nın yuvarlak olduğu, elde edilen son verilere göre Roma İmparatorluğu kurulmadan önce de biliniyordu. MÖ. 500’lerde Anaksimander ve Pisagor’un, MÖ 350 yıllarında da Eudoxos’un bundan haberdar olduğu anlaşılıyor. Arşimet ise MÖ. 200’lerde bunu ispat etmek için somut deliller arıyordu.
Üstelik bir kişinin Avrupa’dan batıya yelken açarak Asya’ya ulaşabileceği fikri üzerine eskiden beri kafa yoranlar vardı. Şöyle ki; Tebli Crates (MÖ 365-285) Odisey’in efsane seyahatlerini Atlantik Denizi’nde yaptığını iddia etmiş, İskenderiyeli Menelaus’u Gadeira (Caiz-İspanya)’dan hareket ettirip gemisini Afrika sahillerinden dolaştırıp Hindistan’a ulaştırmış, yedi yıllık bir deniz yolculuğundan sonra geriye döndürmüştü.
Crates’ten 50 yıl kadar sonra büyük Poseidonius (MÖ. 135-51) daha cüretkar bir düşünceyle İspanya’dan Hindistan’a müsait gündoğusu sayesinde kısa bir zamanda varılabileceğini iddia etti.
Strabo dünya çevresini 252 bin stadya (160 bin km) olarak tahmin etmişti.
Bütün bunlar ancak kitabi bilgi olarak kalmış, insanoğlunun pratikte hiç bir işine yaramamıştı. Çünkü eldeki teknoloji denizden dünyayı dolaşmaya müsait değildi. Dolayısıyla bu bilgi kaybolmaya müstehaktı. Ancak Müslüman bilim adamları bu birikimi yok olmaktan kurtardılar. Tıpkı Hindistan’da hiçbir işe yaramayan sıfır rakamı gibi…
Onlar bugünkü bilim adamlarının sahip olduğu hiçbir nimete sahip değillerdi. Gökte uyduları yoktu, en hızlı binekleri karada at veya deve, denizde ise yelkenlilerdi. Karmaşık hesaplamalarda yardımcı olacak bilgisayardan mahrumdular. Ama yaptıkları keşifler bugün bile geçerliliğini korumaktadır.
Mesela Sabit bin Kurra 800’lü yıllarda Halife Me’mun tarafından dünyanın çapını ölçmekle görevlendirildiğinde soluğu Irak’ın kuzeybatısındaki Sincar sahrasında alır. Burası Dicle ile Fırat arasında yer alan göz alabildiğine düz bir alandır. Burada yaptığı ölçümlerle dünyanın çapını büyük bir isabetle tespit eder.
Aynı yıllarda yaşayan el Harezmi ise yine Sincar’da yerkürenin (1 derecelik) meridyen uzunluğunu ilk defa ölçmüştür. Ellerinde bugünkü imkanlar olmadığı halde boylam dairesini çok az bir hata payıyla tespit etmişti.
Doğu ve batının kaynakları incelendiğinde şu gerçek açıkça görülür; dünyanın yuvarlak olup olmadığı Müslüman dünyasında hiç tartışılmamıştır. Bu iklimde yetişen bilginlerin hemen hepsi dünyanın yuvarlak olduğunu açıkça yazmışlardır. Mesela İmam-ı Gazâlî (ö. 1111) ay ve güneş tutulmalarını açıklarken şöyle der;
“Yeryüzü küre biçimindedir. Gök, onu her tarafından çevreleyerek kuşatır. Ay dünyanın gölgesine düşünce güneşin ışığı ondan kesilir. Bunlar hesap ve geometrik delillere dayanır.”
Bir diğer alim Fahreddin Razi (ö. 1209) “Dünya yuvarlak olduğu halde neden düz görünüyor” sorusuna ise şu cevabı verir;
“Yeryüzü büyük bir cisimdir. Yuvarlak bize göre son derece büyük olursa onu düz bir yüzey gibi görürüz.”
İmam-ı Taberi (ö. 923) ise ünlü tarihinde “Yeryüzünün aynen bir topa benzediği…” ni açıkça ifade etmiştir.
Coğrafyacıları piri Ebü’l Fidâ (1293-1331) Takvimü’l Buldan’ında bir kürenin etrafında yapılacak seyahatlerden ve sonuçlarından bahseder:
“Yeryüzüne gelince astronomik delillerle ispat edildiği gibi yuvarlak bir yapıdadır.”
Elin adamı bu eseri görmek üzere İstanbul’a gelip incelerken, tarihi her konuya laf yetiştiren yurdum insanının haberi bile yoktur. Müslümanlar bu bilgileri, seyahatten ibadete her sahada kullanmışlardı. Avrupa insanının bu bilgilere ulaşması çok zordu. Zira bırakın bilimsel deneyler yapmayı, Müslüman bir ülkeye eğitim ve öğretim için gitmek veya orada telif edilmiş bir kitabı tercüme etmek bile papalıkça yasaklanmıştı. Böyle biri yakalanırsa cezası yakılmaktı.
II. Silvester adıyla Papalık makamına oturan Aurillaclı Gerbert (1003), Endülüs’te matematik eğitimi aldığı için büyücü ilan edilerek tahtından edilmişti. Müslüman ülkelerinde kullanılan sıfır rakamının kullanılması bile yasaklanmıştı.
Strabo (ö. 23)’nun eseri ancak 1470 yılında Guarino tarafından Latince’ye tercüme edilebilmişti. Kristof Kolomb bu kitapta yazılanları Pozzo Toscanelli (ö. 1482) adındaki bir bilgin vasıtasıyla öğrenince harekete geçti. Ancak bilimsel bir gayesi yoktu. Bilgiyi şöhret ve servete dönüştürme peşindeydi.
Kolomb’u çok uğraştırdılar
Planını 1484’te Portekiz ve İngiltere’deki yetkililere sunduysa da Portekiz kralı II. John (ö. 1495) cevap bile vermedi. İngilizlerin canı tatlıydı. Ucunda ne olduğunu bilmedikleri bir açık deniz macerasına girmek istemedikleri için Kolomb’u reddettiler.
1490 yılında kendisini hedefe götürecek bir sponsor buldu; İspanya kralı Aragonlu Ferdinand ile karısı Kastilyalı İsabella…
Kristof Kolomb, en az iki kez reddedildikten sonra, 1492 Ocak ayında onların desteğini aldı. Bu başarı Kolomb’dan çok İspanyol maliye bakanı Luis de Santangel (ö. 1498)’in ve İspanya’nın güneyindeki La Rabida manastırının Francisken papazlarının başarısıydı. Zira Kolomb İspanyollardan ümidini kesince ortadan kaybolmuş, Fransa’nın genç kralı VIII. Charles’e (ö. 1498) ulaşmanın yollarını arıyordu.
Karı koca, “bir taşla iki kuş vurulmuş olunacak” diye ikna edildiler. İlki ülkeye servet akıtılacak, ikincisi de Katoliklik Asya’ya ihraç edilecek, böylece İspanya Hristiyan dünyasının kutsal ve lider devleti olacaktı.
Hristiyanlığın Asya’ya ihracı, tahta yeni geçmiş olan Borgia familyasından Papa VI. Alexander (ö. 1503)’ı çok heyecanlandırmıştı. Asırlar önce Türkler Müslüman olup Roma’nın başına bela olmuştu. Şimdi Asya’nın geri kalanı Hristiyan olup Türkler’den intikam alabileceklerdi. Kolomb’a destek vererek onu, kafirlere karşı Hıristiyan savaşında önderlik yapacak biri olarak takdis etti.
Beklediği ilgiden fazlasını gören Kolomb, İspanyollar’dan şunları istiyordu: En az on gemi, yeterli tayfa ve erzak, bulduğu her türlü zenginliğin yüzde onu, soylu bir ünvan ve ele geçirdiği topraklarda vali olarak tayin edilme…
On gemi yerine, Nina (Kız), Pinta (Boyalı) ve Santa Maria (Azize Meryem) adı verilen üç gemi temin edilebildi. Doktor, kuyumcu, ressam gibi çeşitli mesleklerden insanlarla anlaşıldı. Ancak tayfa bulmakta zorlanmışlardı. Zira Kolomb’un rotasını delilik olarak gören hiçbir denizci ona katılmak istemiyordu.
İmparatorun aklına parlak bir fikir geldi. İspanyol hapishanelerinde idam bekleyen pek çok denizci ve tayfalığa meraklı tipler vardı. Kolomb’a katılma şartıyla serbest bırakılacaklar, böylece ülke, onca hırsızdan uğursuzdan ve katilden kurtulmuş olacaktı.
Benzer bir uygılamayı asırlar önce Sasani kralı Nuşirevan (ö. 579) yapmış, İran hapishanesinden şartlı tahliye edilen elemanlar sayesinde Yemen’i ele geçirmişti.
Pek çok kişi tayfa olmak için başvurdu. Yol meşakkatli olduğu için denizcilikte tecrübeli, Asya’ya gidileceği için de buralarda konuşulan Arapça ve Türkçe’yi bilenler tercih edildiler.
İşte tam bu sırada Rodrigo isimli bir denizci ortaya çıktı. Tecrübeli bir hesap uzmanıydı. İki arkadaşıyla beraber Kolomb’la görüştükten sonra işe alındı ki asıl kimliği daha sonra pek çok tartışmayı da beraberinde getirecekti.
Kristof Kolomb ve ekibi 3 Ağustos 1492’de İspanya’dan yola çıktılar. Üç geminin en büyüğü olan Santa Maria’daydılar. Hesaplamalarına göre 2.300 mil katettikten sonra Japonya’ya ulaşmış olacaklardı. İyi bir rüzgar yakalandığı takdirde 30-40 günde aşılabilecek bir mesafeydi.
Ancak evdeki hesap çarşıya uymadı. 60 günden fazla yol gidilmesine rağmen değil ufukta kara görmek, yakınlarda kara olduğuna işaret edecek bir tek kuş bile görülmüyordu. Kolomb, mürettebatı “ha bugün ha yarın” diye oyalıyordu. Ancak tayfalar dayanamayıp ayaklandılar. Zira depolarda bulunan su ve erzakın yarısını tükettikleri için “güvenli dönüş noktası”nı (The point of safe return) geçmiş oluyorlardı. Kristof Kolomb’u idam edip başlarının çaresine bakmaya karar verdiler.
Tam bu sırada gemide bulunan Rodrigo’lardan hesap uzmanı olan Rodrigo Sanchez araya girdi.
Hesaplamaları tekrar yaparak 3 güne kadar bir kara parçasının mutlaka görüleceğini duyurdu. Tayfalar nedense bu adama güveniyorlardı. Gerçekten üçüncü gün Küba’nın doğusundaki büyükçe bir adaya ulaştılar.
Kolomb sevinç içindedir. Japonya’ya ulaştığını düşünür. İspanya adına el koyarak Hispaniola adını verir. Bugün bu adada Haiti ve Dominik adında iki devlet vardır.
Aylar boyunca hem bu adada ve hem de etrafındaki adalarda sponsorlarına vaadettiği “inciler, kıymetli taşlar, altın ve gümüş” ararsa da fazla bir şey bulamaz. Zira adada gördükleri yerliler son derece ilkel bir hayat sürüyorlardı. Buna rağmen kulaklarındaki küçük altın küpeleri gören Kolomb ümidini hiç kaybetmedi.
Ancak bu kadar mürettebatla okyanusta araştırma yapmayı mümkün görmedi. Geri dönüp takviye getirmek istese de sponsorlara ne cevap vereceğini bilemedi. Elde ettikleri çok az miktardaki değerli eşya ile onları ikna etmek zordu. Üstelik sponsorlar alelade bir şirket sahibi değil, biri İspanya’nın kralı, diğeri ise kraliçesiydi.
Önce burada basit bir kale inşa ederek 40 kişiyi yerleştirir, onlardan mutlaka altın bulmalarını ister.
Sonra yanlarına, kulaklarında küçük altın küpeler taşıyan esirler alırsa da yeterli görmez. Yeni dünyaya özgü bir şeyler daha götürmeleri gerekmektedir. Adalarda rastladıkları ve o güne kadar “Eski Dünya”da bilinmeyen bazı bitki ve hayvanları da alır ve daha çok gemi ve daha çok mürettebatla geri gelmek üzere Mart 1493’te İspanya’ya döner.
Kolomb’un ikinci seferi
1493 yılının Eylül ayında 17 gemi ve 1.200 kişiyle tekrar Amerika’ya geldiğinde bir sürprizle karşılaşır. Hispaniola’da bıraktığı adamlar yok olmuştur. Yerli kadın ve çocukları seks ve iş kölesi olarak kullandıkları için galeyana gelen yerliler tarafından öldürüldüğü anlaşılır.
Kaleyi güçlendirerek mürettebatından bazılarını ve yüzlerce köleleştirilmiş yerliyi kardeşi Bartolomeo ve oğlu Diego yönetiminde bırakarak Japonya’nın (!) diğer yerlerini keşfetmek üzere adayı karış karış araştırır. Sonra çevresindeki adaları yoklarsa da İspanya kralına vaat ettiği maddi zenginliklere ulaşamaz.
Japonya’yı (!) hayal ettiği gibi bulamayan Kolomb Mayıs 1498’de Çin’e (!) gitmek üzere batıya yelken açar. Küba’ya ulaştığında yine bayram eder. Çin’e ulaştığından emindir. Ancak hiç birinde altın, elmas, baharat gibi işe yarar şeylerden yeterince bulamaz. Üstelik gördükleri insanların hiçbiri Uzakdoğulular gibi çekik gözlü değillerdir.
Bir süre sonra Kolomb’un kardeşi ve oğlunun kötü idaresi yüzünden Hispaniola’da isyan patlak verir. İspanyollar ada halkını kırıp geçirir.
İspanyol yetkililer işi devralmak için yeni bir vali göndermek zorunda kalırlar. Kristof Kolomb tutuklanır ve zincire vurularak İspanya’ya götürülür. Sahip olduğu “Okyanus Amirali” ve “İspanya Valisi” ünvanları geri alınır.
Sevilla’daki Las Cuevas manastırına yerleştirilir. Buradayken yakın dostu Dona Juena’ya yazdığı özel mektubunda şöyle dertlenir: “Öyle bir duruma düştüm ki en alçak insanlar bile bana hakaret etmeye kendilerinde hak görüyorlar. Hindistan’ı ele geçirip Araplar’a (Kuzey Afrikalı Müslümanlara) teslim etseydim İspanya yine bana bundan daha aşırı bir düşmanlık göstermezdi. Bununla birlikte ben yine bu dünyada böyle bir haksızlığı hoş karşılamayacak kimselerin bulunduğuna inanıyorum.”
Kolomb’un son seferi
1502 yılında beraat ettiğinde 50 yaşını henüz aşmış olmasına rağmen ihtiyarlamıştır. Son bir sefer için İspanyol kralının desteğini alarak Okyanusa açılır. Panama’ya yakın bir noktada dört gemisinden ikisini yerlilerin saldırısında kaybeder. İspanya’ya eli boş döner. 1506’da hayatını kaybeder.
Son nefesini verirken bile yeni bir kıtaya adım attığını bilmiyordu. Asya’da, Japonya ve Çin dolaylarında gezindiğini düşünüyordu.
İspanya’ya tek faydası, uğradığı yerlerde kalıcı koloniler kurmuş olmasıdır ki; bunlar, ana karayı işgal etmek isteyen Avrupalılar için birer sıçrama taşı olmuşlardı.
İnsanlığa ise zararı büyüktü. Peşini takip eden İspanyollar ve sonrasında İngilizler ve biraz da Fransızlar, sömürgeci olarak Amerika’ya aktılar. İnsanlık tarihinin en büyük vahşetini yaşattılar. Tahminen 20 milyon yerli, altın ve toprak kazanmak için yok edildi. O güne kadar Amerika’da görülmemiş hastalıkları yerlilere bulaştırdılar.
Kıta içlerinde ele geçirdikleri altın vs. değerli eşyaları Avrupa’ya taşıyarak İspanya’yı zengin ettiler. İspanyollar tarihteki adı Yenilmez Armada (Armada Invencible) olan dünyanın en büyük ve en kalabalık donanmasını inşa ettiler.
Kolomb’a sponsor kurşunu
Kristof Kolomb’un seyahati için İspanyollar sponsor olmuştu. Onun acımasızca tenkit eden de bir İspanyol olmuştu.
1990’lı yıllarda Avrupa’nın en büyük özel arşivine sahip olan İspanyol düşesi Luisa Isabel Alvarez de Toledo, (21. Medina Sidonia Düşesi) “Kolomb gerçekten Amerika’yı keşfetti mi?” sorusuna kestirmeden cevap vermişti; “Hayır, o yıllarda Portekizliler, Araplar Amerika’ya gidip geliyorlardı.” Kadın boşuna konuşmuyordu. 6 milyona yakın vesikanın yer aldığı iddia edilen özel arşivinden belgeler ortaya koyuyordu.
Kolomb’un “İlk Yolculuğum” adlı hatıra defterine göre iki amacı vardı. “Japonya’ya gitmek ve oradaki varlığına inandığı altını ele geçirmek.” Fakat gerçekte Japonya’da önemli altın madenleri bile olmadığını herkes biliyordu.
Barones’i destekleyen olaylardan biri de Rodrigo’nun 3 gün içinde “kara görünecek” diye Kolomb’u ipten almasıydı. Demek ki bildiği bir şey vardı. Yani daha önce buralara gelmemiş biri bu bilgiyi veremezdi.
Esrarengiz Rodrigo
Rodrigo’nun kim olduğu hep merak konusu olmuştu, ta ki 1924 yılının ortalarına kadar… Paris milli kütüphanesinde her nasılsa ele geçirilen Kolomb’un hatıraları, bu esrar perdelerini biraz olsun aralamıştı. Barones’in buradan naklettiğine göre hatıratta Rodrigo için; “Bu adam gelişi güzel bir denizci değil, Müslüman bahriyesine mensuptu. Gizli din ve isim taşıyordu. Bunu benden başka kimse bilmiyordu. Ben de Kraliçe’nin ortaya koyduğu 10.000 İspanyol lira para ödülünü resmen bir Müslümana vermek istemediğim için kendisine teslim etmedim” denilmekteydi.
Rodrigo’nun kimliğini açıklayacak bir başka bilgi ise Piri Reis’in haritasında yer alan not idi. Aynen şunlar yazmaktaydı: “Merhum gazi Kemal reisin yanında İspanyol bir kulu (adamı) vardı. ‘Kolomb ile üç defa ol diyara vardım deyu’ merhum Kemal beye hikayet edip…”
Kemal Reis’in adamı, Kolomb’un 1492, 1493, 1498 yıllarında yaptığı seferlere katılmış. Kolomb’un hatıratı ile karşılaştırıldığında ise onun bir Türk casusu olduğu bile söylenmişti.
Türk Adaları
Bugün ABD’nin güneyinde “Turks and Caicos” adında bir adalar topluluğu vardır. Küba’nın yaklaşık 400 km doğusunda Caicos, onun da 35-40 km. doğusunda Türk adaları yer alır. Bugün İngiltere’nin sömürgesidir.
En büyük özelliği “Amerika’nın keşfi” günlerinden günümüze kalan hatıralardan biri olmasıdır.
Kolomb’un karaya ilk çıktığı bölgeye yakın adalar topluluğuna Türk Adaları denmesi, hatta en büyüğüne Grand Türk (Büyük Türk) adı verilmesi son derece ilginçtir.
Kolomb’un ikinci seferinde yanında bulunan Juan Ponce de León tarafından 1512’de keşfedilmiştir. Bulan kişi Juan Ponce adında bir İspanyol’dur. Bulunan yerde de “Taino ve Lucayan” diye bilinen yerli ahali yaşıyordu. Yani Osmanlı ile hiç alakası olmayan bir coğrafyada bulunmasına rağmen neden Türk Adaları denmiştir?..
Bunun için bir kaç teori üretilmiştir.
İlki, adada yetişen bir tuz kaktüsünün çiçeğinin Türk fesine benzemesidir. Hatta bugünkü bayrağında kaktüs resmi bile bulunmaktadır. Ancak bu çok zorlama bir görüştür ve tatmin edici değildir. Bir kere adanın ismi ilk defa 1600’lü yıllarda bir haritada geçiyor. Fes ise II. Mahmut döneminde (1808-1839), yani adanın keşfinden 300 yıl sonra “alâmeti fârika” olmuştur.
İkincisi, adaya gelen ilk kaşifler kaktüs çiçeklerini Türk fesi zannederler ve Türkler bizden önce gelip adayı ele geçirmiş sanıp bir süre adaya çıkamazlar. Bu da ilki gibi tutarsızdır. Ömrünü deryalarda geçiren hiç bir denizci bu kadar ebleh olamaz.
Üçüncüsü, 15. yüzyılda buralarda, Kemal Reis gibi Osmanlı denizcilerinin barındığı belirtilmektedir. Türkler buraları üs olarak kullandıkları için bu ad verilmiştir. Bu akla yatkın bir teoridir.
Piri Reis’in ifadesine göre Kemal Reis’in yanında Kolomb’la birlikte sefere çıkmış tecrübeli bir denizci vardır. Bunun rehberliğinde buraya gelip yerleşmiş olabilirler.
Dördüncü teori adada kullanılan yer isimleriyle ilgilidir. Piri Reis’in haritasına bakıldığında bu adaların bulunduğu yerde kayık resimleri vardır. Reis bu işaretleri boşuna koymamıştır. Buralar açık denizin ortasında bulunan en sığ yerlerdir. Buralarda büyük tonajlı gemiler karaya oturabilir. Bu nedenle ulaşım için kayıklar kullanılır. Adaya verilen “Caicos” (kaykos) adının türkçe kayık anlamından geldiği iddia edilir.
Bir diğer kelime ise adanın değişik yerlerine verilen isimlerde “cay” kelimesinin kullanılmasıdır. Adaların güney doğusunda Salt Cay, Ambergriss Cays, Sand Cay; güney batısında Five Cays, Silly Cay, kuzey doğu köşesinde bulunan Little Water Cay, Mangrove Cay gibi…
Cay kelimesi ingilizcede adacık, mercan veya kumdan oluşan küçük ve düz deniz adası anlamlarına gelmektedir. Fakat kelimenin Osmanlı türkçesindeki anlamının daha isabetli olduğu görülür. Cay; yer, mevki anlamına gelmektedir.
Karayip kelimesinin Arapça “karib”den geldiği düşünülmektedir ki, Amerika kıtasında eski dünyaya en yakın yaşayan insan toplulukları bu adanın doğusunda bugünkü Dominik Cumhuriyetinde yaşayan Carib Kızılderilileridir. Daha önce bu insanlarla karşılaşan Arap gemiciler tarafından bu adın verildiği ileri sürülmektedir.
En büyük adanın ise “Grand Turk” diye adlandırılması meseleyi daha iyi anlatmaktadır. Grand Turk (Büyük Türk) Avrupalılar’ın Kanuni Sultan Süleyman’a verdikleri bir isimdir. Muhtemelen burası Kanuni zamanında bir süre Türk denizciler tarafından kullanılıp haritalandırılmıştı.
Bu kadar benzerliğe tesadüf denilemeyeceğine göre…
Amerika’nın başına gelenler
Kolomb yeni dünyada karaya ayak bastığında yerli ahali kendi halinde sakin bir hayat sürüyordu.
Kocaman gemiyle yanaşan ve kimi sarışın kimi beyaz tenli, parlak ve metal kıyafetlerle karaya çıkan yabancıları merakla ve nezaketle karşıladılar.
Misafire değer verdiklerini göstermek için yabancılara değerli kuşlar, pamuk yumakları vs. iyi niyetlerini gösteren pek çok şey sundular. Kristof Kolomb bu karşılık beklemeyen iyi niyet gösterisini seyir defterinde şöyle anlatıyordu: “50 adamla hepsini buyruğumuz altına alıp her istediğimizi yaptırabilirdik.”
Ya altın, ya ölüm!..
Kolomb’un aradığı çiçek böcek değildi. Yerlilerin kulaklarında ufak tefek altın süsler olduğunu fark edince kendisini altına götürmelerini istedi. Bu pahalı yolculuğun kar etmesi gerekiyordu. Sponsorlar İspanya’ya altın ve elmas yağdırılmasını bekliyorlardı. 14 yaş ve üzerindeki bütün yerlilerin bulabildikleri her altın parçasını toplamasını istedi. Altın bulamayanların elleri kesilecek ve kan kaybından ölüme terk edileceklerdi. Oysa etrafta, külçe altın falan yoktu. Bulmak için madencilik yapmak zorundaydılar. Bu yüzden binlerce insanın el ve ayakları kesildi. Kaçmaya çalışan yerliler köpeklerle avlanıp öldürüldüler.
Kolomb’un başlattığı sömürgecilik vahşeti kendisinden sonra da artarak devam etti. Artık yerlilerin bir tek işi vardı, o da akarsu yataklarında altın aramak.
İspanyollar bu yolla sadece Haiti’den 15 bin kilo altın kaldırılıp ülkelerine götürmüşlerdi.
Soykırım nasıl yapılır?..
Adalarda büyük çaplı intiharlar gerçekleşti. Yüzlerce yerli, İspanyolların ellerine düşmektense mandioca (manyok) zehri almayı tercih ettiler. Manyok, yöreye has olan ve havuç gibi kök bitkidir. Düzgün pişirilmediğinde insanı zehirleyebilmektedir. Yerliler bu bitkinin köklerinden elde ettikleri zehir ve siyanürle hayatlarına son veriyorlardı. Önce çocuk ve kadınlara yediriyorlar, onların ölmesi durumunda kendileri de yiyorlardı.
Öyle bir an gelmişti ki üretim olmadığı için adalarda yiyecek bulamayan Avrupalılar yamyamlığa meyledip yerlileri yemeye başladılar. Sadece İspanyollar değil, onların peşlerinden gelen Alman, İtalyan, İngiliz ve Hollandalılar da işin içindeydiler.
Bunları nereden mi biliyoruz?.. Tuttukları günlüklerden ve çizdikleri resimlerden…
Mesela Bartoleme de Las Casas (ö. 1566) tarafından İspanya Prensi II. Philip’e ithafen yazılan “La Destrucción de las Indias” (Amerika Yerlilerinin Yıkımı) adlı eserinde kıtanın nasıl ele geçirildiğini okurken hayal sınırlarını aşan cümlelerle karşılaşırsınız.
Papaz olan Las Casas, 1513’te Diego Velazquez de Cuéllar ve Panfilo de Narvaez’in Küba’yı işgal harekatına katıldı. Avrupalıların yerli halklara karşı işledikleri bütün katliamlara şahid oldu.
“Sırf eğlence olsun diye kadın erkek çocuk demeden yerli halkın ellerini, burunlarını ve kulaklarını kesip kopardıklarını ve bunu kıtanın her tarafında defalarca yaptıklarını gözlerimle gördüm. Bazen insanların üzerine köpek saldıklarını, yerlilerin bu şekilde paramparça edildiğine şahit oldum. Memeden kesilmemiş bebekleri annelerinin göğsünden alarak onları en uzağa fırlatma konusunda birbirleriyle yarıştıklarını gözlerimle gördüm.”
Bartoleme de Las Casas’ın bu feryadına ne Papalık ne de İspanya kraliyet makamları kulak asmadı. Cılız tepkiler olmadı değil; ancak bunlar, zulmetmeye ahali bırakmıyorsunuz anlamında tepkilerdi. Bartoleme’nin tepkisi de su götürürdü. Orada olmasının tek amacı yerli kafirleri imana getirmekti. Dindaşları katliama kalkışınca Hristiyan yapacak ahali kalmıyordu. Papaz buna çok içerleyince yaşananları bir rapor halinde başkente gönderdi.
Salgın hastalıklar
Yerlileri kıran sadece İspanyollar’ın zulmü değildi. Onların gelişiyle adalarda görülen salgınlardı. Binlerce yıldır birbirinden yalıtılmış halde yaşayan Eski ve Yeni Dünya insanları arasındaki temasın biyolojik sonuçları çok yıkıcı oldu. Yerliler Avrupalılar’ın bağışıklık kazandığı hastalıklara karşı tamamen savunmasızdılar.
1493’te Hispaniola’yı vuran ilk salgının Kolomb’un gemilerinden karaya çıkarılan domuzlarla taşınan domuz gribi olduğu sanılıyor. 1518’de Karayipler’e ulaşan çiçek hastalığı Hispaniola’daki Arawak yerlilerinin neredeyse beşte birini kırmıştı. Oradan Porto Riko ve Küba’ya sıçradı. 1521’de ise İspanya adına Meksika’yı işgal eden denizci Hernan Cortes’le birlikte anakaraya ulaştı.
Cortes nereye gitse hastalık da beraberinde gidiyordu. Azteklerin başkenti Tenochtitlan’a (bugünkü Mexico City) yalnızca 300 Avrupalı asker ve bazı müttefiklerle saldırdı. Kent aylar sonra düştüğünde 300.000 sakininden yarısı hastalıktan ölmüştü; ölenlerin arasında Azteklerin lideri Montezuma da vardı.
Hastalık o kadar hızlı yayılıyordu ki, Peru’ya İspanyollar’dan önce varmıştı. Onların kirli işlerinin çoğunu onlar gelmeden halletmişti.
Bunu grip, kızamık ve tifüs salgınları izledi. Yerli nüfusunun kırılması yüzünden oluşan işçi-köle açığını kapatmak için Afrika’dan köle getirmek zorunda kaldılar. Bu da beraberinde başka hastalıkları getirdi. Kıtaya sarı humma ve sıtma getirerek başka ölümlere sebep oldu.
İngiliz usülü savaş
İngilizler ise Kuzey Amerika’da farklı bir yol izliyorlardı. Diğer milletler gibi “ayılık” yapmadan kendilerine yer açıyorlardı. Yerlilere fıçılar dolusu ucuz alkollü içkiler hediye ediyorlardı ki yerliler buna “ateş suyu” diyorlardı, zavallıların çoğunu ölmese bile sakat bırakıyordu.
Bunun yanısıra binlerce battaniye hediye ettiler. Yerliler kendilerini sıcak tutan bu hediyenin aslında çiçek mikrobu bulaştırılmış battaniye olduğunu bilmeden kullandılar.
Durumu fark ettiklerinde ve hesap sormaya kalktıklarında İngilizlerin eline aradıkları fırsat geçti. Üzerlerine silahlı asker salıp katlettiler.
Avrupalının Amerikan yerlilerine götürdüğü hastalıkların en kötüsü frengi idi.
AHMET SARBAY